Alin Taşçıyan: Katı Biçimde Ataerkil Bir Toplumda Yaşıyoruz

Yıllardır cinsiyetçilikle bilfiil mücadele eden bir sinema yazarı Alin Taşçıyan… İlklerin kadını demek de yanlış olmaz onun için; 1925 yılında temelleri atılan FIPRESCI’nin de, 1977’de kurulan SİYAD’ın da ilk kadın başkanı oldu. Öyle koltuğuna, mevkiye sıkı sıkıya yapışanlardan da değil, ne zaman bir sohbetimiz olsa hep yerine gelmesini umut ettiği gençlerden, gençlikten söz eder. Çalışkanlığı, entelektüel birikimi ve dik duruşu ile kadın sinema yazarlarının örnek aldığı yegâne isim olmuştur. Günümüzde hızla tırmanışa geçen, siyasetten sanata evrilen eril dil rahatsız edici boyutlara ulaştı. Sektörde hangi kadına dokunsanız bin ah işitiyorsunuz. Kendisiyle tüm bunları konuşmak istediğimi söylediğimde, “meseleye ya feminist açıdan yaklaşılacak, ya da hiç bulaşılmayacak. Çünkü bizim sağlam bir temele dayanmayan argümanlarla magazine düşme lüksümüz yok.” diye cevap verdi. Aradığım cevap tam da buydu. Buyrunuz…

Merhaba, öncelikle sıcağı sıcağına Dakka’da katıldığınız Sinemada Kadın Konferansı’nın nasıl geçtiğini ve gündemde nelerin olduğunu sorarak sohbetimize başlamak isterim.

Üçüncü kez düzenlenen bu konferansın kapsamı çok geniş… Festivalle iç içe organize ediliyor, iki gün sürüyor. Her katılımcı kendi branşı doğrultusunda sunumlar hazırlıyor. Bunların büyük bir kısmı basılı… Ayrıca çeşitli başlıklar altında üçer kişilik paneller de düzenleniyor. Sinemacılar çoğunlukla kendi film yapma deneyimlerinden, karşılaştıkları engellerden ve ulaştıkları hedeflerden yola çıkarak serüvenlerini paylaşırken akademisyenler belirli konulardaki araştırmalarını sunuyor. Ben de dünya çapında daha fazla feminist film eleştirisine ihtiyaç duyma nedenlerimiz üzerine, geniş alıntılar kullandığım bir metin hazırlayarak erkek sinemacıların da sinema yazarlarının da feminist film teorilerini okumamalarından kaynaklı cinsiyetçiliğe vurgu yaptım. Tartışma yaratıp ufuk açacak yaklaşımlara ihtiyacımız var.

Yakın zamanda bir filmin cinsiyetçi yaklaşımı dolayısıyla kadın sinema yazarları ve film ekibi arasında sosyal medyada seviyesi aşağılarda bir ağız dalaşı yaşandı. Yıllardır cinsiyetçilikle bilfiil mücadele eden bir sinema yazarı olarak meseleye genel olarak feminist açıdan bakarsak, nasıl yorumlamalıyız?

Meseleden sen söz edince haberim oldu. İnternette aradım, bu konuda bir haber okudum ve bir bildiri gördüm. Doğrusu bildirinin haklı bir nedeni var, birçok kişi imza vermiş… Ama keşke o bildirinin diline biraz daha özen gösterilseydi… “Tecavüz kültürü” diye bir ifade yer almasaydı içinde… Melissa Silverstein, bu ifadeyi, yani “rape culture”ı ironik olarak kullandığı bir makale yazdı ama niteliği yanlış anlaşılan bir olayda, Amerika’daki anlayışı eleştirmek için. Sosyal medyadaki ağız dalaşını bilmiyorum, eğer seviyesi söylediğin kadar aşağıdaysa bilmek de istemem… Katı biçimde ataerkil bir toplumda yaşıyoruz, cinsiyetçilik her alana sinmiş durumda. Sinemaya da yansıyan bir toplumsal sorun. Yeşilçam, kendisine şiddet uygulayan erkeği, ‘namus bekçisini’ anlayışla karşılayan bakireleri kutsayan filmlerle doludur. Evinin iffetli hanımı olmakla, sokağa düşmek arasında seçenek sunmadığı kadın tipine karşılık iş ya da servet sahibi olup cinsel arzu duyan kadını “şeytani şehirli sarışın fahişe” diye damgalar. Erkekler ise kadınları ya da hasımlarını tokatlar, döver, öldürür, zengin olup intikamını düşmanlarını küçük düşürerek alır. Kollektif bilinç altında böylesi marazi karakterler olan bir sinemanın bugün de çoğunlukla kaba cinsiyetçi bir tavırla, zaman zaman da gayet inceltilmiş ve bilinçli bir mizojiniyle film üretmesine şaşırmıyorum. Küfür, erkek olanın erkek olmayana cinsel saldırısını ifade ettiği için savunulacak hiçbir yanı yoktur. Doğrudan erkek şiddetini ifade eder, anlaşılır, normal, olağan bir şey değildir. Ama cinsiyetçiliği sadece senaryoya, diyaloglardaki dile indirgememek gerek. Mizahın kaynağı olarak kullanılması hakikaten çok çirkin ve yazarlarının ince yaratıcılıktan nasibini almadığını, futbol holiganı düzeyinde kaldığını gösteriyor. Fakat unutmayalım ki sinema görsel işitsel bir dal ve maşizm görüntüde de kendini ele veriyor. Feminist film okumalarına ağırlık vermemiz gerek, böylece kulağı tırmalamayan cinsiyetçiliği de analiz edebiliriz.

Yapılan bir araştırma geçtiğimiz yıl boyunca vizyona giren filmlerin yüzde 90’ının erkek yönetmenlere ait olduğundan; bir diğerinde ise 2016’da vizyona giren 110 filmden yalnızca 11 tanesinin yönetmenin kadın olduğunu gözler önüne seriyor. Sizce kadın yönetmenler nerede?

Kadın yönetmenler dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de erkek meslektaşlarıyla eşit fırsatlara ve haklara sahip değiller. O yüzden şimdilik sayıca geri plandalar ne yazık ki… Kadınlar hiçbir alanda henüz eşitliği elde edemediği için sinema sektöründe git gide daha etkin olmaya başlamaları bu alanı ayrıcalıklı ve umut verici bile kılıyor. Hatta belirli dallarda hem sayıca hem nitelik açısından üstünlük sağlamaya başladıklarını yıllardır gözlemliyorum, aman söylemeyeyim hangi dallarda olduklarını hemen önlerine engeller dikiliverir! Sinema için her daim söylenegelir: “Erkekler tarafından, erkekler için yapılan ve erkeklerin oynadığı filmlerden ibarettir” diye. Binlerce yıllık uygarlık tarihinde vardığımız noktaya bakınca yine sinemanın haline şükredebiliriz. Ama dünyada gözlemlediğim şu: Hem Avrupa’da hem ABD’de sinema sektöründeki eşitsizliği sürekli vurgulamamız ciddi bir rahatsızlık yarattı ve kadınların öznesi olduğu filmlere ilgi ve özen gösterilmeye başladı. Hem Avrupa Film Akademisi’nde hem Amerikan Film Sanatları ve Bilimleri Akademisi’nde de bu yönde hareketlenme var. Festivaller film seçerken bir denge sağlamaya gayret gösteriyor artık. Ama önümüzde daha katedilecek çok yol var…

Sektördeki hemcinslerinizi bir konuda eleştirmeniz gerekse, hangi konuda eleştirirsiniz?

Sektördeki hemcinslerime gelene kadar maçoları eleştireyim, daha yararlı olmaz mı? Ama bir şeyi talep ederim kadınlardan: Feminizm, en basit tanımıyla dünya nüfusunun yarıdan fazlasının özgürlük ve eşitlik mücadelesidir, evrensel bir hak arayışıdır. Bu mücadeleye aktif biçimde katılmalarını, bu konuda kendilerini ciddi yapıtları okuyarak ve izleyerek bilinçlendirmelerini isterim. Safları sıklaştırsak ve bütün farklılıklarımıza rağmen dayanışma içinde olsak gerçekten her şey değişebilir. Ama sağlam bir teori şart ki eleştirilerimiz yüzeysel kalmasın. Bir de sektörde tutunmak uğruna erkek egemen ideolojilerin baskısı altında kalmasınlar, erkek gibi düşünüp erkek gibi davranarak erkek gözüyle ve erkek diliyle film çekmek zorunda değiller… Ki şu an aktif olarak çalışanların önemli bir kısmı kadın gibi kadın filmi çekiyor, hakikaten çok mutlu oluyorum filmlerini izleyince.

Başka bir açıdan bakacak olursak, Son yıllarda Hollywood’da kadın oyunculara karşı yapılan cinsiyetçi tavırlara -yine kadınlar tarafından- ciddi tepkiler geldiğini biliyor, duyuyoruz. Örneğin henüz 40’ına varmamış Amerikalı oyuncu Maggie Gyllenhaal’ın, 55 yaşındaki bir erkek oyuncunun karşısında oynayamayacak kadar “yaşlı” bulunduğu için reddedilmesi bu konuya dair verilebilecek en çarpıcı örneklerden bir tanesi olabilir mi?

Belli ki o rol kadın bedenini nesne olarak gören bir projedeymiş. Hollywood devasa bir pazarlama mekanizması. İdoller yaratmalı ki ebedi gençlik ve güzellik hayalini, ancak bu gençlik ve güzellikle elde edilebilecek aşk, evlilik, başarı, şöhret ve servet hayalini satabilsin. Hollywood’un kadın karakterleri tuhaf biçimde git gide tekdüzeleşti… Gerçek karakterler nadiren çıkıyor karşımıza… Sofistike bir tutuculuk sardı filmleri Arrival’da, Loving’de, La La Land’de kadın karakterlere bakınca içim daralıyor. Kadınları anne ve eş olarak aile içinde konumlandırmanın ötesine geçmiyor ve onlara fedakârlıkları ölçüsünde değer biçiyorlar. Bir de empowerment tutturdular, sanki Wonder Woman çekince sorun çözülüyor. Erkek kahramanlara özgü nitelikleri kadın kahramanlara yüklemek de cinsiyetçilik madalyonunun diğer yüzü sadece.

Son James Bond filmi Spectre 007’de yeni Bond kızının 1985 doğumlu Léa Seydoux olması (Daniel Craig 1968 doğumlu) Hollywood’un altın çağlarından beri süregelen cinsiyetçi bir takıntısının bir sonucu olduğunu rahatlıkla söylemek mümkün mü?

Oyuncuların doğum tarihlerinden çok daha önemli faktörler var James Bond misali bir kahramanın körüklediği cinsiyetçilikte. Ayrımcılığın bir paket olduğunu emperyalizm, kolonyalizm, ırkçılık, milliyetçilik ve cinsiyetçiliğin bir bütünün parçalarını olduğunu gözümüze gözümüze sokar. Dünyaya hükmeden gücün, İngiltere ve ABD’den oluşan beyaz Anglosakson Hristiyan kutsal ittifakının koruyucu şövalyesidir James Bond. Ruslar, Çinliler, Koreliler, Müslümanlar ya da müttefik devletlerin yerine talip olup dünyayı ele geçirmek isteyen delilere karşı temsil ettiği güç, elbette eril bir güçtür! Bu yüzden onu gören her kadın -düşmanı da olsa- karşısında eriyecektir. Çenemizi yorduğumuza değmez, çift sıfır yedi.

53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde Türkiye’nin en genç kadın yönetmeni unvanıyla anılan Yağmurlarda Yıkansam filminin yönetmeni Gülten Taranç’ın “Şişman olduğum için iş vermediler” açıklamasını nasıl yorumlarsınız?

Gülten Taranç’a iş vermeyenler utanmıştır diye iyimser düşünmek isterim… Biz onlar adına utandık en azından. Ama gerçek şu ki kadınlara dayatılan güzellik kültü, o tek tip görüntüye endeksli estetik anlayışı, yüzbinlerce kadının kendilerine güvenlerini yitirmesine, potansiyellerini ortaya çıkarmalarına, yeteneklerini değerlendirmelerine engel olabiliyor. Sinemacı ve akademisyen bir aileden ve çevreden gelmese belki Gülten Taranç da heyecanını yitirecekti, inadı kırılacaktı… Güzellik için ille de ölçütümüz olacaksa moda dergilerine değil de müzelere bakalım bari. Bence Renoir, Gülten Taranç’ı nehir kıyısında yıkanırken çizebilirdi. Victoria’s Secret defilesine çıkmaktan daha prestijli herhalde!

Geçtiğimiz günlerde, İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci, Paris’te Son Tango filmindeki tecavüz sahnesinin gerçek olduğu ve Maria Schneider’ın haberi olmadan çekildiğini dair haberler ülkemizdeki pek çok haber sitesinde yer bulmuştu.

Türkçeye çevrilen haberler hakikaten çok sorunlu olabiliyor. Bir de sinemada cinsellik hakikaten yaşanıyormuşçasına haberler yaparak sansasyon yaratmaya bayılır bazı meslektaşlarımız. O söyleşiyi Bertolucci yanılmıyorsam üç yıl önce falan verdi. Sonra bir İspanyol yayın organı kısmen çevirip ortaya koydu. Bir sürü başka yayın organı kullandı eksik haberi, ünlüler tweet attı, derken olay çarpıtıldı. Bertolucci, tecavüz gerçekti demedi, zaten Schneider de dememişti. Küçük düşürülmüş. “Hem Brando, hem Bertolucci tarafından tecavüze uğramış gibi hissettim biraz. Marlon’un yaptığı gerçek olmasa bile döktüğüm gözyaşları gerçekti,” demişti. Nedeni de apaçık tuzağa düşürülmesi! Bir gece önce Brando ve Bertolucci’nin aklına anal seks sahnesinde tereyağını kayganlaştırıcı olarak kullanmak gelmiş. Nasıl çekeceklerini söylememişler ki o dönemde deneyimsiz bir oyuncu olan Schneider gerçekten dehşete düşsün ve performansı inandırıcı olsun. Çok çirkin bir olay ve bir kadın oyuncunun genç ve deneyimsiz olmasından alenen yararlanılmış, güveni de bedeni de istismar edilmiş. Ama tecavüz bambaşka bir suç. Tecavüz kadar ağır bir suçu yerli yersiz kullanmamak lâzım. Polanski’nin bir çocuğa tecavüz ettiği mahkeme kararıyla kesinleşmiş olmasına rağmen sinema dünyasının erkekleri onu nasıl da korudu ve kolladı! Üzerinden çok vakit geçmişmiş! Hâlâ daha görülmemiş bir dayanışma içindeler! Tippie Hedren Kuşlar için çalıştıkları sırada Hitchcock’un tacizine uğradığını kaç kere anlattı, hâlâ toz kondurmazlar! Büyük usta olması büyük zampara olmasına engel değil. Paris’te Son Tango’ya gelince, şimdiki sözleşmelerle falan zor kabûl ettirirler önceden üzerinde mutabakata varılmamış böyle bir sahnenin çekimini… Sözleşmeye uydurulsa ve tazminat hakkı doğsa bile kadın oyuncu sahneyi çekmek istemese, durumu açıklasa birçok meslek kuruluşu tepki gösterir yönetmene. Demek ki hukuki açıdan bir nebze gelişme gösterilmiş, baskı grupları oluşabilmiş.

Bir de tabii Türkiye’de filmlerdeki cinsiyetçiliğe dikkat çekmek için düzenlediğiniz gelenekselleşen Altın Bamya Ödülleri var. 8 yıla şöyle bir bakacak olursanız tek bir ödül verecek olsanız hangisini seçerdiniz?

Altın Bamya’da birincilik derecesi yok… Film, senaryo, kadın ve erkek karakter kategorileri ve özel ödüller var. Bütün kazanan ve aday olan eserler bence hak etmiştir, bir seçme yapamam, kıyamam hiçbirine!

Tüm bu çabaya rağmen bugün gelinen noktaya baktığımızda ülke sinemamızda erkek egemen bakışa karşı biraz olsun yol alınabildi mi, farkındalık yaratılabildi mi yoksa geriye gitmeye devam mı ediyoruz?

Bence birçok kişide farkındalık yaratabildik. Ama sorunu görmezlikten gelen, varlığını inkâr edenler çok… Durumu sınıf ayrımıyla, piyasa koşullarıyla, geleneklerle, mizahla, romantizmle açıklamaya çalışanlar gördüm. Beni üzen tek şey nadiren de karşımıza çıksa bazı kadın yönetmenlerin de eril bakışla film yapması. En çok sevindirecek olan da bir koldan feminist bir koldan queer sinemanın Türkiye’de atılım yapması ve belden aşağı mizah nasıl yapılır dersini maçolara vermesi. Haydi inşallah canım!

(29 Ocak 2017)

Gizem Ertürk

“Alin Taşçıyan: Katı Biçimde Ataerkil Bir Toplumda Yaşıyoruz” üzerine 2 yorum

  1. Sayın Taşçıyan’ın bu konuda artık bilgiyi aşan bir inadı ve sabit fikri var. Kendisi bir sürü tumturaklı laf ediyor ama sonra bir cümleyle bütün söylediği doğru şeyleri yerle bir ediyor. Polanski’nin tecavüzü ile ilgili hiç bir mahkeme kararı yok. Kesinleşmiş bir karar da yok. Amerikalı savcılar Polanski’yi mahkemeye çıkarmak ve yargılamak için tutuklamaya çalışıyorlar. Ama Taşçıyan mahkemeyi yapmış, kararı vermiş ve hatta keşinleşmeyi de halletmiş. Peki acaba karar neymiş? Çünkü hiç bir yerde böyle bir karar yok. Aksine bizzat kurban dahi bu davanın gerçekleşmesini artık istemediğini beyan ediyor. Yani ortada henüz gerçekleşmemiş bir dava var. Ama ne gam yanlış çeviriden, yanlış haberden bahseden Taşçıyan kendisi şimdi bunu bizzat yapıyor. Hiç yargılanmamış ve hakkında karar verilmemiş Polanski’yi yargılyaıp kesin hüküm veriyor. Bu ifadesi dahi yargılamaya çalıştığı maço kültürün karşısında değil parelelinde yer aldığını gösteriyor. Bu sadece bir güç konusu. Taşçıyan’da yargıladığı kültürün bir yansıması. Onda da aynı yargılamadan kesin hüküm verme kabiliyeti var. Özellikle Polanski konusundaki inadı öylesine sabit fikir ve hastalıklı bir hal almış durumda ki, bu konuda her türlü aşırılığa gitmekten kaçınmıyor. Hani hakkında hüküm verilmeyen herkes masumdu, hani hukuğun temel ilkesi masumiyet karinesiydi. Ama Taşçıyan hak ve hukuk değil kin ve intikam penceresinden bakıyor ve bu nedenle eleştirdiği kültürün ters yüzü olduğunu dahi anlamıyor. Bir paranın iki yüzü. Bu doğru şeyler üzerine inşaa edilmiş yanlış söylemler kulesi öylesine sorunlu ki ! Bu sorun Taşçıyan söylemini egemen sınıfın maço ağzından kurtarmadıkça o ağzın sadece kadın dudakları olarak kalacak. Bu arada bu söyleşide dile getirilmeyen Antalya, sansür sevicilik ve daha öylesine güzel konular var ki, bunlar konuşulmayınca Taşçıyan tam olarak anlaşılamıyor. Oysa Taşçıyan tam anlamak ve değerlendirmek gerekli.

  2. Polanski önce hakkındaki altı ayrı suçlamayı reddetti, sonra kabul edip savcılıkla anlaştı. Cezasına karar vermeden önce yargıç onun 90 günlük bir psikyatrik değerlendirmeye girmesini istedi. Bundan önce film çekmesine izin verdi. Ancak film çekimi sırasında sergilediği davranışlar nedeniyle 42 gün hapis yatmasına karar verdi. Henüz hüküm verilecek duruşmadan önce 48 gün daha yatması gündeme gelince Polanski cezaevine girmesi gereken günde Londra’ya kaçtı. Sonra Paris’e yerleşip Fransız vatandaşı olarak koruma aldı. Hakkında kesinleşmiş hüküm bulunmamasının nedeni altı ayrı suçlamadan yargılandığı mahkemeye çıkmadan kaçmış olması. Bu yüzden aranıyor zaten ve ABD’ye gidemiyor…

Yorumlar kapalı.