Ulak

Daha ilk birkaç dakikada anlamıştım insanların bu konuda ikiye ayrılacağını. Memleketin bir yanında, bu memleketin kendisinde, köylerden bir köye açıldığında perde: Ulak’ı sevenler ve Ulak’tan haz etmeyenler. Ben kendimi o masalsı dünyaya bırakmaya tüm benliğimle gönüllüyken, birileri “kıkırdadı” çünkü. Neye gülüyorlardı bilmiyorum, ama içimde bir öfke dalga dalga kabardı. Benim gibi hissetmemelerinden çok, beni, o masal dünyasına balıklama dalmaktan alıkoydukları içindi o öfke. İşte o an adlandırdım Ulak hakkında ikiye ayrılacak insanları. Bir kısmı, filmi çocuk gözüyle, aydınlık bir dimağ, tertemiz bir yürekle seyredecekti çünkü. Diğer kısımsa, günün gerçeklerinden ve bedeninin, beyninin ve yüreğinin sahip olduğu yaştan kopamadan. Yani onların bu masalsı dünyayı ve Çağan Irmak’ın anlattıklarını anlamalarına imkân yoktu. Kendime bunları söyledikten sonra, kulaklarım filmdekinden başka seslere sağır oldu adeta. O masala daldım, büyülendim kaldım. Ama yetmedi. Belki filmin başında, dış sebepler yüzünden düşüncelere dalmam sebebiyle bilmiyorum, Ulak’a doyamadım. O yüzden de film hakkında yazmak istediğim halde, tek satır yazamadım. Geçtiğimiz hafta gidip tekrar izledim filmi. Hafta içi bir çok insanın işte olduğu bir saatte, içinde sadece 9 – 10 kişinin olduğu bir salonda. İyi geldi.

Bu defa hazırdım, kolayca kayıverdim masal dünyasının içine. Tavşan deliğinden Harikalar Diyarı’na dalan Alice gibi. Ama Harikalar Diyarı’ndan çok ama çak farklıydı o dünya. Daha baştan uyarıyordu insanı:

“De ki evvel hepimiz kardeştik. Ne oldu bize, ne değişti?”

O cümleden itibaren, filmi ikinci kez izliyor olmanın da rahatlığıyla, beynimin serbest çağrışımlarına izin verdim. O masal, bugünü anlatıyordu aslında. İşin sırrı, bugünde durup masala bakmakta değil, masalda durup bugünü görmekteydi galiba. Mekânsız, zamansız bir boşlukta. Onu fantastik kılan da bu yanıydı zaten. Bir de Çetin Tekindor’un sürmeli gözlerine eşlik eden etkileyici sesi. Köy meydanında toplanıp masalcının anlattıklarını dinleyen çocukların arasına karışıveriyordunuz birden. Öyle merak ediyordunuz ki, bir an önce anlatsın masalın sonunu diye ısrar ediyordunuz sessiz çığlıklarla. Sizi duyuyordu sanki masalcı: “Anlatırız be güzel, sabreyle” deyişi sizeydi belki. Masal bitse de “gitme!” diyordunuz çocukça bir bencillikle. Yeni masallar anlatsın, ama hep size anlatsın diye. Ama o “Dilim olmasa ben neylerim çocuk” diyordu ve anlatıyordu, başka çocukların da Ulak İbrahim’in hikâyesini öğrenmesi gerektiğini…

Masalı “Anlatan kadar dinleyene de iş düşmekte”ydi… Öğrenecekleriniz vardı masaldan. Yüreğinizde saklayacaklarınız kadar, aktaracaklarınız da. “Suretleri kafanızda canlandırın” diyordu Zekeriya. Herkes kendi karakterlerini yerleştiriyordu masala. Kötünün yerine yerleştirecek suret boldu. Teker teker o zamansız, mekânsız boşluğa taşınıyordu bugünün kötüleri. Durduruyordu masalcı: “Bir tek, kötü, kara bir suret olarak kalsın kafanızda. Çünkü fenalık bağışlanır yeri gelince. İnsan korktuğu şeyi sevmez bir tek”… Korkularınızı düşünüyordunuz o vakit. Bir türlü yüzleşemediklerinizi. Zekeriya’nın söyledikleri, tokat gibi iniyordu yüzünüze: “Korkarsan, öğrenemezsin sonunu. Sonunu bilmediğin şeyden de ömrü billâh korkarsın.”

O, yüreği soğusun diye anlatıyordu Ulak İbrahim hikâyesini, siz yüzleşmek için dinliyordunuz. Onun yüreği soğudukça, sizin yüreğimiz yanıyordu. “Sen ne anlattığımı anlamazsın” diyordu Zekeriya, köyün kötüsü Adem’e. Çağan Irmak’ın hani o başta anlattığım izleyiciye mesajı gibiydi bu cümle. Onlar anlamayanlardı, ya da anlamazlıktan gelenler. Çünkü “yapan kadar bilip de susan da günahkâr” diyordu masalcı. Bunu kabûl etmekse, günahı kabûllenmekti belki. Bir tek çocuklar masumdu filmde. Ellerinde gaz lâmbalarıyla, gecenin karanlığında ateş böcekleri gibi masala uçan çocuklar. Bir de aşk… Meryem’in çırpınan, Zekeriya’nın nasırlı, Ömer’in asi, Emine’nin yaralı yüreğinde filizlenen.

NOT: “Babam ve Oğlum”la karşılaştırıyorlar filmi. Ne çok insan onun devamını bekliyormuş meğer. Sormak isterim onlara: Bir yönetmen kendini tekrarlamalı mı? Peki, neden sebep?

(05 Şubat 2008)

Gülay Oktar Ural

“Ulak” üzerine bir yorum

  1. Belki de; hepimiz, en baştan beri ulaktık.
    ‘O, şah damarınız kadar yakındı size’
    ama biz onu nerelerde aradık, iyiyi – kötüyü ayırd etmek elbet şarttı bize, ama iyi olmak için kötüyü bilmek, illede gerekli miydi..
    Aslında içimizde bilmeden de olsa yaşattığımız kötülük, gün geldi kanıksanır bir ruhaniyet durumuna erişti.
    Hep birileri vardı, bağıran – uyaran, ama dinlemedik onları, sesleri kötülüğün yüksek sesleri arasında cılız kaldı.
    ‘Hepimiz aynı masala inanabiliriz, olmamı hiç?’
    Elbet olurdu olmasına ya, lâkin zaman engeldi buna…
    Hırs, ihtiras, para…
    2 kere 2 dört etmiyor kardeşim bu devirde, 6 ediyor,8 etmesi için çabalanıyor, hatta sen kaç etmesini istiyorsan, o nu ettiriyorlar ve sen seyrediyorsun.
    Belki de; hepimiz, en baştan beri ulaktık.
    Keşke en azından bir kaçımız ulaşabilseydi bu devire…
    Peki, neden? Sebep? 🙂

Yorumlar kapalı.