Sevin Okyay

(Film Eleştirileri, Biyografiler)
Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni bitirdi. 1964 yılından beri çeviri, 1975’ten beri gazetecilik, 1984 yılından beri de sinema eleştirmenliği yapıyor. İlk sinema yazısısı 1984 İstanbul Film Festivali’nde Ve Gemi Gidiyor adlı bir film içindi. … Devamı… »

*****

Dört Dörtlük Bir Aktör

Maximilian Schell’in ölüm haberini duyunca yazısını, yaş icabı, ben yazayım istedim. Bazı şeyleri en iyi onları yaşamış olanlar hatırlıyor. Dört dörtlük bir sinemacıyı, perde-sahne-ekran oyuncusu ve yönetmenini, bir konser piyanistini kaybetmek, sanki onu gençliğimde görüp tanışmışım gibi derin bir kayıp hissi vermişti bana. Sonra Philip Seymour Hoffman’ın halen hazmedemediğim ölüm haberi geldi. O emsalsiz yetenekle, tam yeni bir film yönetmeye hazırlanırken, 46 yaşında ölmek… Üstelik de, kendi eliyle. Çok yazık, çok anlamsız… Gene derin bir kayıp hissi duydum. Bu seferkinin nedeni başka ama: Hoffman’ın adım adım bugüne gelişini, oyuncu olarak olgunlaşmasını izlemiştik hep birlikte, bu yüzden biraz da bize aitti.

Ama ben Maximilian Schell’i yazacağım, çünkü o gençlik arkadaşım. Şahsen ya da sanatın kanatlarını ödünç almak suretiyle tanıdığımız, çok eskiden tanıdığımız insanları kaybettiğimiz zaman, gençliğimizin bir parçası da onlarla gidiyor.

Yıllar, yıllar önce, çok yetenekli ablalarının biraz gölgesinde kalmış iki yakışıklı kardeşi birbirine karıştırma eğilimi gösterirdim. Shirley McLaine’in kardeşi Warren Beatty ile Maria Schell’in kardeşi Maximilian Schell. İkisi de yakışıklıydı, yetenekliydi, biraz da çapkındılar. Özellikle Beatty. Aralarında yedi yaş da fark vardı, Maximilian daha büyüktü. Ablası Maria Schell, sinemanın gelmiş geçmiş en iyi oyuncularından biridir. Çok sayıdaki ödüllerinin arasında Venedik ve Cannes Festivalleri’nden aldığı ödüller de vardır. Oysa kardeşinin arkasından yazılan yazılarda, bahsi geçse bile, bir dönem sinemada adı duyulmuş biri muamelesi görüyor nedense.

Ona bakarsanız, ben Maximilian Schell buraları bırakıp gidince, bir zamanlar dillere destan olmuş bir beraberliğiyle de hatırlanır sanmıştım. Bir baktım ki, onun da hiç bahsi edilmiyor. Belki de şaşmamak gerek. O kişi, yani sabık İran İmparatoriçesi, sonra Prenses Süreyya İsfendiyari de artık hiç yaşamamış gibi silinip gitmiş. Oysa bir devrin en çok kıskanılan kadını, Batı ülkelerinde okumuş genç İran Şahı’nın sevgili karısıydı. Kısır olduğu ve tahta veliaht veremeyeceği anlaşılınca, Şah, genç Farah Diba ile evlenmişti. Güzel gözlü, “mahzun bakışlı” Prenses de jet sosyetenin aranılan bir şahsı olmuştu. Maximilian Schell’le uzun süren bir birlikteliği oldu, arkadaşlık mıydı, daha ileri mi gidiyordu, bilemiyoruz. Basın, bir aşk masalı yazmıştı, tabii. Nereden mi biliyorum? Eh, yaşadık sayılır. En azından, İran Şahı ile Süreyya Beşiktaş’tan geçip Dolmabahçe’ye gidecek diye, şakır şakır yağmur altında, Camlı Köşk’ün karşısında üç saat beklemişliğimiz vardır. Öyle hızlı geçtiler ki, yüzlerini bile göremedik. İlkokul üçüncü sınıftaydım.

Ne var ki Maximilian Schell mazinin cafcaflı dedrikodularından çok daha fazlasını hak eden iyi bir oyuncu, yönetmen ve konser piyanistiydi. Bu yakınlarda ölen Claudio Abbado, Berlin Filarmoni, Viyana Senfoni orkestraları ve Leonard Bernstein ile de birlikte çalışmış, hatta ikincisi ile 1980’lerin başında PBS televizyonunda bir klasik müzik dizisinin sunuculuğunu yapmıştı. Üniversite yıllarında iyi bir kürekçi ve futbolcu olduğu da söylenir.anlaşılınca, Şah, genç Farah Diba ile evlenmişti. Güzel gözlü, “mahzun bakışlı” Prenses de jet sosyetenin aranılan bir şahsı olmuştu. Maximilian Schell’le uzun süren bir birlikteliği oldu, arkadaşlık mıydı, daha ileri mi gidiyordu, bilemiyoruz. Basın, bir aşk masalı yazmıştı, tabii. Nereden mi biliyorum? Eh, yaşadık sayılır. En azından, İran Şahı ile Süreyya Beşiktaş’tan geçip Dolmabahçe’ye gidecek diye, şakır şakır yağmur altında, Camlı Köşk’ün karşısında üç saat beklemişliğimiz vardır. Öyle hızlı geçtiler ki, yüzlerini bile göremedik. İlkokul üçüncü sınıftaydım.

Viyana doğumlu Schell, İsviçreli şair ve oyun yazarı Hermann Ferdinand Schell’in oğluydu. Dört kardeş de Avusturyalı aktris anneleri Margarethe’nin mesleğine heves etmişti. Maximilian için her şey tiyatroyla başladı, on yaşındayken ilk oyununu yazdı. Avusturya Hitler tarafından istila edilince, babası Naziler’in kara listesinde olduğu için Zürih’e göçtüler. İsviçre uyruğuna girdi, sahneye ilk kez Schiller’in “Giyom Tell”iyle çıktı. Avrupa’nın çeşitli tiyatrolarında oynadıktan sonra, 1958’de İra Levin’in “Interlock”unda Celeste Holm ile Broadway sahnesine çıktı, çok beğenildi.

1959’lerin pek çok Alman filminde rol almıştı. Hollywood ile, Marlon Brando ve Montgomery Clift ‘in oynadığı “The Young Lions” ile tanıştı. İkinci filmi “Judgment at Nuremberg”in (1961) silik savunma avukatı Hans Rolfe rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını aldı. Aslında Rolfe yakını sayılır. İki yıl önce onu TV yapımında da oynamıştı. 2000’de ise, bu kez “Judgment at Nuremberg”in baş yargıcı olarak Broadway’e çıktı. Bu filmiyle Oscar, “Stalin” mini dizisinin Lenin’i olarak da Altın Küre alışını internette izleyebilirsiniz. ABD’ye girerken bir gümrükçü niye geldiğini sormuş. “Filmde oynayacağım,” deyince, “Talihin açık olsun, oğlum,” demiş. Kendisine uğur getirdiğini söylüyor. Aslında, filmle ilk Altın Küre’sini de almıştı.

İkinci Dünya Savaşı filmlerinde çeşit çeşit Almanlar’ı oynamama mücadelesi verdiyse de, kurtulduğu söylenemez. Bu arada televizyonu da ihmal etmedi. 1959’da Münih’te çekilmiş üç saatlik TV yapımı “Hamlet”i efsane olmuştur. Emmy ve Altın Küre adaylıkları var. Oscar’a da gene bir İkinci Dünya Savaşı hikâyesi olan “The Man in the Glass Booth” ile En İyi Aktör, 1977’de ise “Julia” ile En İyi Yardımcı Aktör dallarında aday oldu. İkincisini, kendisiyle aynı filmde oynayan Jason Robards’a kaptırdı.

Pek çok filmde oynadı ama Jules Dassin’in “Topkapı”sı hemen akla gelenlerden biridir. Frant Kafka’nın “Şato”sunun film versiyonunun yapımcılığını üstlendi ve baş rolünde oynadı. “The Freshman” onu Brando ile 1990’da yeniden bir araya getirdi. 1984’te Oscar adayı belgeseli “Marlene”, yönetmen yanını gösteren filmlerden biridir. Marlene Dietrich, yıllarca onunla konuşmayı reddettikten sonra nihayet “evet” demişti. Ama görüntü vermediği için, filmde Schell ile ikisinin seslerini duysak da aktrisi görmeyiz. Ancak fotoğraf ve kupürlerle Schell, etkileyici bir hikâye anlatmıştı. 2002’de de ablası için “My Sister Maria” belgeselini çekti. Son yılları sorunlu geçen Maria Schell, bu filmin galasında son kez halk karşısına çıktı. Emmy’ye “Miss Rose White” ile ve ona Altın Küre getiren “Stalin” ile (Robert Duvall oynuyordu) aday oldu. Schell’i belki “Wiseguy” ve “The Thorn Birds: The Missing Years”den de hatırlarsınız. Alman televizyonunda ise üç sezon devam eden ZDF dizisi “Der Fuerst und das Maedchen” (Prens ve Kız) ile 2003-2007 arasında yeniden meşhur olmuştu. Son yıllarında düzenli olarak Avrupa sahnelerine çıktı. En yeni filmi “Les Brigands” ise bu yıl gösterime girecek. Maximilian Schell oyunculuğunu bizimle paylaşmayı sürdürüyor.

(03 Şubat 2014)

Sevin Okyay

DİĞER YAZILARI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Sinemacılık ve Filmcilik Yararına Bağımsız İletişim Platformu